Katılmak nasip olmadı ama takip ettiğimiz kadarıyla bu seneki Glastonbury festivali de büyük bir coşkuya sahne oldu. İlk defa duyanlar için Avrupa'nın en iddialı müzik festivallerinden biri (belki de en iddialısı) olduğunu ve bu sene 175.000 civarında katılımcı ile 40. yılını kutladığını aktaralım. Kimler mi sahne aldı? Hangi birini yazalım! En iyisi siz buradan bakın. Buradan da fotoğraflara bi zahmet.
30 Haziran 2010 Çarşamba
Glasto 2010
Gönderen Armağan zaman: 14:59
Plastik Torbaya Hayır !!
Ben askerdeyken Kadıköy Belediyesi güzel bir iş yapmış ve plastik torba(poşet) kullanımını yasaklamış. Dolayısıyla tüketicilerden gelen polet talebini karşılamak isteyen esnaf doğada %100 yok olma niteliğine sahip bio-çözünür poşet tedarik etmeye başlamış. Ümit ediyorum ki zamanla onu da bırakıp file, bez torba, kese kağıtları ile taşıma ihtiyacımızı karşılayabilelim. Kampanya ilanı burada.
P.S. Bu arada Kadıköy ilçesi sakinleri geri dönüştürülebilir atıklarının toplanması maksadıyla belediyenin 4780915 numaralı telefonunu arayabilirler.
Gönderen Armağan zaman: 14:43
21 Haziran 2010 Pazartesi
No Impact Man
Colin Beavan ismindeki abimiz kendi hükümetinin çevreci bir aksiyon almasını beklemekten sıkılmış olacak ki, Manhattan'ın orta yerinde bir apartman dairesinde eşi ve küçük kız çocuğuyla beraber, bir yıl boyunca çevreye sıfır (en azından mümkün olduğunca az) etki etmek amacıyla bir deneye girişiyor. Tecrübelerini de bizimle önce blog'unda, ardından da bu belgesel filminde paylaşıyor. Yaşadıkları şehirde organik olarak yetişen ürünler dışında yiyecek maddesi tüketmek(tabii ki vejetaryen) yok; gıda dışında alışveriş hiç yok; fosil yakıt kullanan araçlara binmek, asansörü kullanmak yok; hele altıncı aydan sonra elektiği de kesiyolar ki evlere şenlik.
Şimdilerde de bizleri de bunu en azından deneyip eksi ve artılarına görmeye davet ediyor. Hatta bunu projelendirip bir haftalık bir deneme süreci dahi hazırlamış bizler için. Taliplisi için ayrıntılar burada.
Bu arada, 2010 yılında, İstanbul'un çoğu semtinde geri dönüşüm adına hala hiç bir girişimin olmayışı sizce de büyük bir (k)ayıp değil mi?
P.S. Bu olumsuz tabloda, tüketim toplumunun ülkemizdeki belki de en uğrak yerinde, Migros mağazalarında ise güzel işler yapılmaya başlandı. Oxo-bio çözünür poşetlerin -keşke poşet kullanımını tamamen kesebilsek- ardından, şimdi de mağazaların çıkışlarına, müşterilerin atıklarını atabilmeleri için kağıt, cam, metal ve plastik olmak üzere ayrı ayrı atık kutuları konuluyor. Hem de her atığınız için Migros kartınızla puan topluyorsunuz. Bir yandan halimize üzülüyor, diğer yandan da hak veriyorum. Siz olsanız, hala(2010) araba camından teneke içecek kutusu atan yurdum insanını başka nasıl buna teşvik ederdiniz?
Gönderen Armağan zaman: 23:08
19 Haziran 2010 Cumartesi
İnternet
Başlığı internet olarak koydum; ama bu yazı esas itibariyle gelişen teknolojinin hayatımıza kattıkları(!) ile alakalı. Bence televizyon da değil de cep telefonuyla başladı her şey. Mucizevi bir icattı; dolayısıyla da hepimiz bir an önce birer tane edindik. O da yetmedi, aksesuar olarak kullanılmaya başlandı. E tabi öyle olunca modelleri yenilememiz gerekti. Arkadaşlarını ev telefonlarından arayan bir nesil olarak bizim için mobil konuşma yapabilmek zaten yeterince büyük bir lükstü. Hadi onu anladım da SMS denilen mevzu yıllarca iliğimizi emdi, kanımızı kuruttu! İlişkilerimizi yaşama biçimimiz dahi birden değişiverdi, insanlarla yüzyüze gelmeye korkar olduk. O da yetmedi, şimdi bir de e-mail, facebook ve IM çıktı başımıza. Neden mi? Çünkü tam da o esnada internet girdi hayatımıza:
Askere gitmeden benim için tek sevinç kaynağı telefon götüremeyecek olmamdı. Çok da memnun kaldığımı söyleyebilirim. Fakat aynı şeyi internet için söyleyemeyeceğim. İtiraf ediyorum: Ben bir internet bağımlısıyım. Bu yazıyı okuduğunuza göre muhtemelen siz de öylesiniz. İnterneti mobil hayatıma sokmamak için kendime bir akıllı telefon almayı reddettim. Dayanabildiğim yere kadar da bunun mücadelesini vericem. Fakat aynı mücadeleyi evimdeki bilgisayarıma karşı veremiyorum. Rahatsızlığım nette boşa vakit harcadığımdan değil, aksine gelişimime katkısı büyük, inkar edemem. Fakat tam da bu noktada bir şeyleri de yitiriyormuşum gibime geliyor. Ne mi onlar? Adamlar araştırmış, bir de üşenmeyip yazmışlar:
Buyrunuz efendim. (Ben bu link'teki altı çizili her makaleyi başından sonuna kadar okudum. Dayanabildiğiniz yere kadar size de tavsiye ederim.)
Bir de acı gerçeği yüzünüze vuran şöyle bir testimiz var efenim.
P.S. Kendimi şimdiden BBC'nin hazırladığı şu -mutlaka izlenmeli- belgeseldeki abiler gibi hissetmeye başladım. Adamlar 50-60 yaşlarında yahu! Ben şimdiden böyleysem vay halime...
Gönderen Armağan zaman: 16:50