BLOGGER TEMPLATES - TWITTER BACKGROUNDS »

24 Aralık 2010 Cuma

1001 Çeşit Melodi

Yılbaşı geliyo diye herkesi tuhaf bi heyecan sardı yine, halusine olduk resmen. Biraz erken olacak ama, ben şimdiden hediyenizi verip bu tatlı uykudan uyandırayım sizleri. Ancak üstünden geçersiniz zaten. Her yıl merakla beklediğimiz Grammy adayları açıklandı arkadaşlar. Ne olur üşengeçlik edip de bakmamazlık etmeyin, inanın size göre de bir şeyler var orada. Hem artık myspace'dir, fizy'dir, grooveshark'dır derken müzik erişimimiz de epey bi kolayladı değil mi? Download'a abanmadan önce buraları bi ziyaret edin ne olur. Bu sözlerim de hiç efor sarf etmeden, harici belleğime çöken çakallara gitsin. Seviyorum ulan sizi! :)

E hadi bakmayın öyle, buyrun burdan:
http://www.grammy.com/nominees

14 Aralık 2010 Salı

Bir iki üç yetmez, dört beş altı olsun.

Efenim TBMM Silah Alt Komisyonu (evet böyle bi komisyon var!) silah bulundurma yaşını onsekize indirmiş. İsteyen beş silah ruhsatı alabilecek, bu silahların ikisini de üstünde taşıyabilecekmiş. E tabi birinin kurşunu biterse vakit kaybetmemek için bi yedek lazım, bunda abartılacak ne var canım! Madem ki artık iki silah taşınabiliyo, bulundurma yaşı da dokuza indirilebilir diye düşünüyorum. Ne var bunda şaşıracak yahu. Aynı anda yanında iki silah taşıyan dokuz yaşındaki bi çocuk, 2x9=18 işlemini doğrulayacak biçimde onsekiz yaşındaki bir yetişkine(!) denk sayılabilir gayet. (Sayın Bahçeli'ye selam olsun.) Hem gerçeğiyle oynamak varken neden oyuncağıyla vakit kaybetsin ki çocuklar...


Bu kadar sanıyosunuz di mi, ne yazık ki değil! Eskiden ruhsat için tam teşekküllü bir hastanenin altı kişilik bir heyetinden (nöroloji, psikoloji vb.) rapor almak gerekirken, artık tanıdık bi doktora "imzalatıvermek" yeterli. Zaten doktorlarımız (onlar kendini biliyo) da bu aralar mahallenin yaşlılarını kör etmekle meşgul, boşuna oyalamayalım değil mi? Vakit nakittir ne de olsa!

Az kalsın unutuyodum: Eski sabıkalılara da silah taşıma izni verilicek bundan böyle. Gerekçesi de hayatlarının tehlike altında olması imiş. Yahu neden baştan söylemiyosunuz şunu! Bütün yazdıklarım boşunaymış... Böylesi eksik oluyo ama, bence silahla adam yaralama veya öldürmeden mahkum olanların da içeride silah bulundurma ve taşıması serbest kılınmalı. Hatta boş zamanlarında atış yapabilecekleri poligonlar inşa edilsin ki antremansız kalmasınlar. Ne de olsa çıkınca lazım olacak değil mi ama?

Hep Avrupa ülkeleriyle kıyaslıyoruz ya kendimizi, alın size iki örnek: Yasal yollardan silah sahibi olabilmek için İngiltere'de av veya atış, Belçika'da ise atış kulüplerine üye olmanız gerekiyo (ki onun için de ciddi tetkiklerden geçiyorsunuz). Onun dışında bireysel silahlanma kesinlikle yasak! Neden? Çünkü silah bulundurur veya taşırsanız, kullanırsınız da. Bu kadar basit!

P.S. Umut Vakfı’nın yapmış olduğu araştırmaya göre, 2009 yılı itibariyle, Türkiye’de yılda dört bine yakın kişi ateşli silahlarla ölüyor, 700 kişi de yaralanıyor. Cinayetlerin yüzde 60’ında ateşli silah kullanılıyor. Her 10 kişiden birinde ve her üç evden birinde ateşli silah mevcut.

Kaynak: ntvmsnbc

Edit#1(15.12.2010): AKP grup başkanvekili Suat Kılıç, TBMM'nin yoğunluğunu öne sürerek tasarının büyük olasılıkla 12 Haziran seçimleri sonrasına kalacağını belirtti. Kamuoyundan ve TBMM'den gelen tepkilerin bu geri adımda önemli rol oynadığı iddia ediliyo. Bilginize.

3 Aralık 2010 Cuma

Quotes

".....Biz, anneannemizden daha az mutluyuz. Çünkü anneannemiz bizim kadar çok mutluluk istemiyordu. Mutluluğu bu kadar çok istemiyordu.....Bizden bir ya da iki önceki kuşak bizim kadar çok "son" görmedi. İlişkilerde bizim kadar çok son yaşamadılar. İşlerine bizim kadar hızlı son verilmedi, bizim kadar yeniden başlamak zorunda kalmadılar. Her son, yas demektir. Sonlandırdığınız şeyle ilgili ne kadar az şey hissederseniz hissedin bu, böyledir. Dolayısıyla bizler mutluluğun peşinden koşan ve aslında neredeyse aralıksız yas tutan bir kuşağız. Sevgililerin, arkadaşların, işlerin, evlerin, mahallelerin yani terk ettiğimiz her şeyin yasıyla doluyuz. Düşünün, anneannenizi düşünün."

Ece Temelkuran/Habertürk/20.11.2010

28 Kasım 2010 Pazar

Gençsin, sus!

Aynen aktarıyorum:

Gençliği bir asayiş sorunu, bir an evvel atlatılması gereken bir hastalık olarak algılayan dilin hanidir meşru ve utanmazca dolaşımda oluşu, sorunun asıl kaynağını işaret etmiyor mu?

Aşina olduğumuz bir görüntü. Bu topraklarda yadırgayan çıkmaz. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Anadolu Üniversitesi’ne gitmiş. Orada, ‘Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel Başvuru Hakkı’ başlıklı bir konuşma yapıyor. O sırada ayağa kalkan bir kız öğrenci, hayati bir itirazı dillendiriyor: “Siz burada yargı reformundan bahsediyorsunuz. Üniversite öğrencileri tutuklanıp cezaevine gönderiliyor.” Genç kız heyecanlı. Usuldan üstüne doğru hamle eden korumalara aldırmadan konuşmasını sürdürüyor. Orası bir üniversite. Oraya adımını atan, gençlerin sorularıyla, heyecanıyla, coşkusuyla başa çıkabilmeyi göze alacak. Ama çok geçmeden, derdini anlatmaya çalışan kızın ağzını kapayıp sürükleyerek dışarı çıkaracaklar. Susturulmasıyla birlikte kürsüyü yumurta yağmuruna tutan 2 arkadaşıyla. Sonradan adliyeden salıverilen öğrencilerden ikisine denetimli serbestlik uygulanacağını öğreneceğiz. Fotografa iyi bakın. İriyarı üç koruma bu cesur genç kızı çok tehlikeli bir katilmiş gibi karga tulumba dışarı atıyor. Yedek korumalar da tetikte. Aman, gençler konuşmasın.

Gençlerden korkanın üniversitede işi ne? Ortadoğu demokratı Başbakan da katıldığı Roman Çalıştayı’nda, ‘Parasız eğitim istiyoruz, alacağız!’ pankartı açtığı için Ferhat Tüzer ve Berna Yılmaz’ın tam 8 aydır tutuklu kalmalarından rahatsız görünmüyor. Meğer o pankartı açanlar örgüt üyesiymiş. Nasıl mı, anlatalım. Başbakan’ı kızdırdıkları için hayatları kararan o gençler, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın hazırladığı iddianameye göre Burger King’e ‘İncirlik Üssü Kapatılsın’ pankartı asmak, Edirne’deki linç girişimlerini, ‘Hayata Dönüş’ operasyonunu, NATO ve Dünya Bankası’nı protesto etmek, TEKEL işçilerine destek yürüyüşlerinde bulunmak gibi konkunç suçlar işlemiş. Davanın ilk duruşması 30 Eylül’de yapıldı. İki öğrenci tahliyesini talep etse de makeme tutukluluğun devamına karar verdi, duruşma 14 Aralık’a ertelendi.

O muhteşem Araf

Gençlik üstüne konuşacaksak kaçınılmaz olarak ona belirli özellikler atfedeceğiz. İlericilik, özgürlükçülük, isyankârlık ve dinamizm gibi. Mutlaka hatırlayanınız vardır, gençlik insanın kendinden önce gelenleri acımasızca sorguladığı, yerleşik kalıplara yönelik isyan duygusuyla dolup taşarak kendini bu vatanın ve giderek dünyanın sahibi zannedenlere saygıda kusur ettiği bir dönemdir. Kanımca ‘büyüklere saygıda kusur etmek’ gençliğin anahtar kavramıdır. Gençlik, bütün kutsal dokunulmazlıkları bir çırpıda gülünç kılan bir hava akımıdır. Bu hava akımının yolunu tıkayıp, hayatı aşırı cereyanlardan korumaya çalışanların korkusunu anlayarak başlayabiliriz, gençlik güzellemesine. Gençlikten söz ederken herkesin büyük bir rahatlıkla jandarma diline sarılıvermesinden irkilmiyor musunuz? Gençliği bir asayiş sorunu, bir an evvel atlatılması gereken bir hastalık olarak algılayan dilin hanidir meşru ve utanmazca dolaşımda oluşu, sorunun asıl kaynağını işaret etmiyor mu? Oturdukları postlarında keyifle kaykılıp gençlik enayiliklerinden söz eden, gençliğin hışırlıklarına burun kıvıran, bu kızamık gibi herkesin geçirdiği hastalığı nasıl atlattığına dair ipuçlarını kullanıma sunan ihtiyarlar ‘başarıya’ ulaşmış muktedirler işte. Onların, internet oyunları, mafya dizileri ve benzerlerinden daha karanlık, daha şiddete kışkırtıcı olduğunu görüyoruz. Ama ne yazık ki gençliğin tamamıyla şuursuz bir delilik hali, sıkı gözetim altında tutulmadığında tehlikeli ve bulaşıcı bir hastalık olarak tanımından en iyi niyetli yetişkinin bile nasibini aldığını görmek mümkün.

Gençler, insanlığın bir alttürü değildir. Gençlik; o muhteşem araf, her şeyin mümkün olduğunun en derinden hissedildiği yerdir. Gençliği anlamından soyup kırışıksız, yağsız bir varoluş, bir kozmetik sorununa indirgemiş; gençleri sabah şekerleri, gece gezerleri; münasebetsiz cikirtileriyle hayatımızı renklendiren kısa ömürlü yarım akıllılar olarak hazmedebilenlerin iktidarı altında yaşıyoruz. Bir an evvel kendi dilimize buyur etmeye çalışıyoruz gençleri. En büyük işadamına çırak ol. Güzel pozlar ver. Memleketini tanıtmak için sponsorluğumda iyi işlere soyun. Hazırolda dur. Yanıma gel. Birlikte gülelim gençlik salaklıklarına. Fazla gürültülü olmadığı takdirde sevdiğin müziği birlikte dinleyebilir, senin adına gençlik filmleri, gençlik kitapları, gençlik dizileri üretebiliriz.

O sırrı yitirmeyelim. Gençlerin bildiği, sizin çoktan unuttuğunuz bir şey olabileceğini düşündünüz mü hiç? Onların o kimileyin usulca kimileyin gürültülü uğultularının nasıl bir şey olduğunu hatırlayabiliyor musunuz? Evet, gençlere bakarken, ya hiç yaşlanmazlarsa, ya sırlarını satıp yanımıza gelmez, çantamızı taşımazlarsa diye kaygılanan yetişkinler dünyası, gün geçmiyor, gençler üstüne bir araştırma örgütlemesin. Gençlikle nasıl başa çıkılır, başı her görüldüğü yerde nasıl ezilir konusunda bir çalışmaya imza atmasın. Gençler, dünyayı bütün çıplaklığıyla görüyor. İktidarın bütün çehrelerini, yetişkin olmanın ağır şartlarını, kendilerine sabırsızca el eden dünyanın bütün kapılarını görüyorlar. Endişeleri, korkuları, coşkuları, inançları, çoktan yitirdiğimiz bir sırrın etrafında örgütleniyor. Bambaşka bir dünyanın mümkün olduğunu hissettikleri için orada, tam karşımızda uğulduyorlar. Savaş kışkırtıcıları, işkenceci teorisyenleri, kendi parçalanmış geçmişlerinin hesabını soramadan oturanlar, doymak bilmez köşe tacirleri, ‘hırsızın hiç mi suçu yok’çular, yoksulluğu onur, emeği Türk değeri sananlar, uzmanlar, yerleşikler gençlerin şiddeti hakkında endişelerini belirtiyor. Gençler, başka bir dünyanın mümkün olmadığına ikna ediliyorlar. Zorla. Çoğu çabucak, telaşla büyüyor. Yaşlanıyor. Yaşlanmayanın vay haline!

Yıldırım Türker/Radikal/28.11.2010

27 Kasım 2010 Cumartesi

En Sonunda Bu da Oldu!

Bu aslında dünün(26 Kasım) haberi. Gelgelelim, ben ilk gördüğüm andan itibaren girdiğim şoktan halen çıkabilmiş değilim. Geride kalan bir gün boyunca bu haber üzerine neler yazabileceğimi düşünüp dururken kendimi kurak çöllerde kaybolmuş buldum! Sonra fark ettim ki varlığına inanmayı reddettiğim bir mevzu hakkında kafa patlatmak anlamsız. Evet, ben bu haberin gerçek olduğuna inanmayı reddediyorum! Ne zaman ki yüzleşirim, o zaman bu yazıya bir ek yapar ve aklımdan geçenleri burada irdelerim. Ama ne olur o zamana kadar bir de siz okuyun da, şu konuyu önce enine boyuna bir konuşalım.

P.S. Başından beri bu blog'u takip edenler {varsa tabii :) } bu mevzudaki sıkıntılarımın farkına varmıştır. Edemeyenler ve bu cümlem sonrası artık merak edenler :) için de eski post'larımdan 1 2 tanesi seçtim.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Tema önemlidir, hem de çok.

National Geographic tarafından her sene düzenlenen fotoğraf yarışması için oylama süresi 30 Kasım'da doluyor. People, Places ve Nature olmak üzere üç ayrı kategori var. Beni en çok etkileyen fotoğrafı aşağıda dikkatinize sunuyorum. Siz de en azından birbirinden başarılı fotoğrafları görmeden geçmeyin derim.


12 Kasım 2010 Cuma

Quotes

.....
Bilinmesin;
yalnızlık biraz da,
her şeyi bilmenin ta kendisidir.

Hasan Ali Toptaş

4 Kasım 2010 Perşembe

Ne Talihsiz Kaderim Varmış !

Bu öykü aynı coğrafyada yaşayan ve parmaklıklar ardında yatan iki Nobel Barış Ödülü sahibinin ortak öyküsüdür. Her nerede olursa olsun, zulme lanet okumak boynumuzun borcudur. İşbu nedenle de bu yazıyı kaleme almak son gelişmeler üzerine kaçınılmaz olmuştur.

Myanmar. Nam-ı diğer Burma veya Türkçe'deki karşılığıyla Birmanya. Her totaliter rejimde olduğu üzere internet yasak. 1990 senesinde, 50 milyon nüfuslu bu Güneydoğu Asya ülkesinin genelinde yapılan seçimlerde Aung San Suu Kyi'nin partisi oyların %59'unu alarak seçimden galip çıkan taraf oluyor. Başbakanlık koltuğuna hazırlanan kahramanımız da askeri diktanın yaptığı darbe sonucu kendini hapiste buluveriyor. Sonrası mı? Geride kalan 20 yılın yaklaşık 14'ünü tek kişilik hücresinde geçirdi. 18 Kasım'da serbest kalması gerekiyor; fakat işin ilginç yanı Burma'da bugün(07.11) sonucu önceden belli bir genel seçim daha yaşandı! Bekleyip göreceğiz, gelişmeleri de bu post üzerinde duyuracağız.
(Ayrıntılı bilgi için: http://www.burmacampaign.org.uk/index.php)

Komşusu Çin'de ise, bizim de yakinen aşina olduğumuz "yazar tutuklama" mevzusu söz konusu. Liu Xiaobo, geçtiğimiz yılın Aralık ayında, devleti yıkmaya yönelik girişimleri olduğu gerekçesiyle tutuklandı ve 11 seneye mahkum edildi. Suçu insan hakları evrensel beyannamesinin 60. yıl dönümünde yayımladıkları ve Charta 08 olarak adlandırılan manifestonun fikir babası ve yazarlarından biri olması. Daha önce de siyasi suçlar gerekçesiyle 3 kere tutuklanan profesör Xiaobo, Tiananmen olaylarına da yaşamakta olduğu ABD'den gelip katılmış. Çin'de nasıl bu olaylarla ilgili videolar yüzünden Youtube kapandıysa, internette onun adını aratmak da aynı zihniyetle yasak! Böyle bir rejim artık, siz düşünün...

Kahramanlarımızın ortak noktası ise uğruna verdikleri mücadele sonucu 19 sene ara ile aldıkları Nobel Barış Ödülü. Kendimizden başka her şeye ilgisiz yaşayan biz dünya insanlarına bu isimleri duyurdukları için jüriye buradan saygılarımızı sunuyoruz. Ahan da bunlar da ödülün verilme gerekçeleri, aynısının tıpkısı sanki: Liu, Kyi.

P.S. Liu Xiaobo ödülü Tiananmen kurbanlarına adadı.

Edit #1: Muhalif lider serbest bırakıldı.

Edit #2: Liu Xiaobo'ya layık görülen ödülün ortada kalacağı söylentiler arasında. Kendisinin durumu zaten malum! Eşi de ev hapsinde! Akrabaları ve yakınları da ciddi manada tehditler alıyolarmış aldığımız haberlere göre...

Edit#3: Şu 19 ülke Nobel Barış Ödülü törenine katılmıyor: Çin, Rusya, Kazakiskan, Kolombiya, Tunus, Suudi Arabistan, Pakistan, Sırbistan, Irak, İran, Vietnam, Afganistan, Venezuela, Filipinler, Mısır, Sudan, Ukrayna, Küba ve Fas.

31 Ekim 2010 Pazar

Soluklandık

Youtube'un yasaklanmasıyla birlikte video siteleri arasında üstünlüğü ele geçiren ve seçici yayın politikasıyla oldukça kaliteli videoları bizlerle buluşturan Vimeo ilk festivalini gerçekleştirdi. Jürileri arasında David Lynch ve Roman Coppola gibi isimleri de barındıran yarışmanın kazananları arasında Onur Şentürk isimli bir Türk de bulunuyor.

Meraklısı zaten yukarıdaki linkten girip bakacaktır. Yok ben almiim diyenler de en azından birincilik ödülünü alan kısa filmi izlesinler. Ahan da:

P.S. Yalnız biraz sert, uyarmadı demeyin.

15 Ekim 2010 Cuma

Söze gerek var mı?


14 Ekim 2010 Perşembe

"An Error occurred during the Download operation."

Kültür ve Turizm Bakanlığı korsanla mücadele kapsamında yürüttüğü çalışmanın taslağını hazırlamış, 2010 sonuna kadar önce Bakanlar Kurulu'na sunacak, ardından da TBMM'ye sevk edecekmiş. Eğer meclisten geçerse 5846 sayılı kanunun 30 maddesinde değişiklik yapılacak, mevcut yasaya da 17 yeni madde eklenecekmiş. Bunun sonucunda da internette telifli eserleri korsan indirenler önce para cezasına, sonra da suçu tekrarlamaları halinde hapis cezasına çarptırılacakmış. Mış, miş, muş...

AB'ye uyum kapsamında önemli başlıklardan biri olan korsanla mücadele hususunda gelişmiş ülkelerin ciddi yaptırımlar uygulamakta olduklarını bir süredir duyuyoruz. Özellikle ABD'den gelen haberler şok edici boyutlarda idi:
İlk olarak 32 yaşında ve bir çocuk annesi olan Jammie Thomas'a internetten 24 adet şarkı indirdiği gerekçesiyle açılan davada $222,000 para cezası kesilmiş, ardından bu ceza $1,920,000'a yükseltilmişti. Sonrasında ise 25 yaşındaki üniversite öğrencisi Joel Tenenbaum, hakkında 31 adet şarkıyı internette paylaşıma açtığı gerekçesiyle açılan davada $675,000 ödemeye mahkum edilmişti.

Gelgelelim, her ikisinin de yaptığı itirazlar sonucunda Jammie'nin cezası $54,000'a, Joel'inki ise $67,500'a indirilmişti. Gördüğünüz üzere, yaptırımlarda ciddi anlamda bir tutarsızlık söz konusu. Bizde ise altyapısı tamamlanmış olan teknik süreç sonrasında; hukuksal sürecin, IP üzerinden yapılan tespit sonucunda önce yazılı uyarı, ardından para cezası, devamı gelirse de hapis cezası olarak ilerleyeceği öne sürülüyor. İşin emeğe saygı kısmı ayrı bir yazının konusu olduğu için burada fazla değinmedim. Şimdilik söz konusu sürecin takipçisi olacağız.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Umut her zaman var!

Hep sövecek değiliz ya, biraz da övelim: İlköğretim yıllarında müzikle ilişkisi flüt denilen tükürük yuvası enstrümandan ibaret olan bir kuşağın ferdi olarak henüz öğrenmiş olduğum bir haberi aynen aktarıyorum.


Çocukların müzik eğitimi Pekinel kardeşlere emanet


Milli Eğitim Bakanlığı, ana sınıfları ile ilköğretimin ilk beş sınıfındaki müzik eğitimini, devlet sanatçıları Güher-Süher Pekinel kardeşlere "emanet" etti.

Ana sınıflarındaki müzik etkinlikleri ile ilköğretim 1-5 sınıflardaki müzik eğitiminde, Güher-Süher Pekinel kardeşlerin, yaratıcılığı ortaya koymayı amaçlayan ve ismini ünlü besteciden alan "Carl Orff" sistemi konusunda 9 ildeki müzik öğretmenleri eğitimden geçirilecek. Eğitim alan öğretmenler, müzik etkinliklerinde ve derslerinde bu yöntemi izleyecek.

MEB İlköğretim Genel Müdürlüğü ile devlet sanatçıları Güher-Süher Pekinel kardeşler (Carl Orff Merkezi) arasında, müzik öğretmenlerine seminerler verilmesine ilişkin protokol imzalandı.
Protokol, "ilköğretim 1-5. sınıfların öğretim programlarında uygulanan müzik ile ilişkili tüm etkinliklerin daha uygun gerçekleştirilebilmesi için öğretmenlerin yeterliliğini artırmayı" amaçlıyor.
Protokol, 2010-2011 eğitim-öğretim yılında İstanbul, Ankara, Antalya, İzmir, Mersin, Bursa, Trabzon, Gaziantep ve Mardin’de "Anadolu Müzik Eğitimi İyileştirme Projesi" başlığıyla uygulanmaya başlanacak.


-HAFTADA İKİ DERS-
Bu kapsamda, müzik öğretmenlerine "Orff Yaklaşımı ve Müzik Eğitimi" konulu eğitimler verilecek. Bu eğitimler öncesinde, eğitimler sırasında ve sonrasında öğrencilere, öğretmenlere ve velilere yönelik ölçümlemeler yapılarak projenin etki araştırması da yapılacak. Böylece yetenekli öğrencilerin ortaya çıkarılması amaçlanıyor.
Eğitimlerde, öğretmenlere yönelik interaktif uygulamaları içeren etkinlik temelli çalışmalar yapılacak. Eğitimler, müzik eğitimi ve pozitif kişisel gelişim konularında haftada 2 ders saati kadar uygulanacak.
Projeye katılan tüm okullarda, okul idaresi, okul aile birliği ve gönüllü öğretmenlerin katılacağı, 1’er saatlik bilgilendirme toplantısı düzenlenecek.


-MÜZİK KULÜPLERİ KURULACAK-
Eğitimler sonucunda kazanımları pekiştirmek için okullarda müzik kulüpleri kurulması için okul yönetimleri teşvik edilecek. Proje hakkında ve gerçekleşen etkinliklerle ilgili güncel haberlerin yer aldığı bir web sitesi de hazırlanacak.
Projenin hedef kitlesini anaokullarındaki özellikle 6 yaş grupları ile ilköğretim 1-5. sınıf öğrencileri oluşturuyor.
Carl Orff Merkezi, proje kapsamındaki illerde etkinlikler tamamlandığında, MEB’e birer rapor gönderecek. Proje, başarılı olması halinde diğer illere yaygınlaştırılacak.


-ORFF SİSTEMİ-
Orff sistemi, "yaratıcılığı" esas alan bir sistem olarak biliniyor. Sistem, "İnsanın içinde zaten var olan yaratıcı güçleri açığa çıkarmasına ortam hazırlayan, temelinde ritim, hareket ve konuşma olan, insanların içlerinden geldiği gibi müzik yapıp, dans etmesine, doğaçlama yapmasına olanak tanıyan, insana bütün sanatsal alanları kombine ederek öğrenme, keşfetme, deneme ve yaratma ortamı sunan bir eğitim anlayışı" olarak tanımlanıyor.

Kaynak: Radikal

P.S. Pekineller'in "Neden Biz Seçildik?" adlı yazılarına da buradan ulaşabilirsiniz.

5 Ekim 2010 Salı

Quotes

"Mutsuzluk... Dünyadan "alacaklı" olduğunu hissetmek gibi. İkindi vakti... Günün ergenlik çağı. Hüznü ondandır. Çünkü çocuklar gibi şen sabahlar geride kalmıştır ve yetişkin akşama daha çok vardır."

Haşmet Babaoğlu

29 Eylül 2010 Çarşamba

"Omuz attın" diye öldürdüler!

Münevver Karabulut cinayeti, Tophane Olayları (konuyla ilgili Ece Temelkuran'ın bir yazısı), Sinem Erköseoğlu'nun şüpheli ölümü (soruşturma sürdüğü için kimseyi haksız yere de suçlamak istemiyorum) ve şimdi de bu! "E bunlar ne ki, daha neler (mesela Hanefi Avcı'nın tutuklanması hadidesi değil mi!) oluyo ülkemizde..." diye geçiriyo olabilirsiniz şu anda içinizden. Evet farkındayım, çünkü hiç istemesem de, hatta günlük gazete almasam da bu ülkede yaşananlara bir şekilde maruz kalıyorum ve de kayıtsız kalamıyorum. Çünkü her şeyden önce Tolgahan'ın ve diğerlerinin başına gelenler her şeyden önce benim ve sevdiklerimin başına da gelebilir. Öyle tahmin ediyorum ki aynısı sizler için de geçerli...

Burada içinizi karartacak yazılar yazmayı inanın hiç istemiyorum; ama Tolgahan'ın başına gelenler ile bendenizin geçtiğimiz haftasonu İstiklal Caddesi'nde hissettiklerim bir ölçüde kesişti de öyle oturdum masamın başına. Tam da Tolgahan'ın öldürüldüğü Pazar sabahı 04:00 sularında evime dönüyorken tam anlamıyla tiksindim etrafımda gördüğüm insan manzaralarından. Uzun uzadıya anlatacak değilim, az çok tahmin edebiliyorsunuzdur zaten. Dikkatinizi çekmek istediğim nokta ise şu: Babasının söylediğine göre Tolgahan'ın bıçaklandığı sırada olaya tanıklık eden birçok kişi yürüyüp geçmiş. Acaba? Yoksa? Ben de görüp geçmiş olabilir miyim? Öyle bir korku toplumuna dönüştük ki, gözlerim beni yanıltıyo olabilir mi diye düşünmeden edemiyo insan!

Ya siz? Siz olsaydınız ne yapardınız?

P.S. Yakınlarına başsağlığı dileklerimizle...

23 Eylül 2010 Perşembe

MADDE - IŞIK

Haziran ayından bu yana gitmek isteyip de gidemediğim sergiye sonunda bugün gitme fırsatını yakaladım. Öncelikle şunu söyliim: Saatler nasıl geçti anlamadım! Sergiyi gezmeye başladığınız 5. katta asansörden iner inmez sizi büyük bir sürpriz bekliyor şimdiden söyliim. Favorilerim:

1) 4. katta, İsveçli sanatçı Christian Partos'un, annesinin portresini yansıyan ışığın yoğunluğunda değişmelere yol açmaya yetecek kadar eğimli gerçek mikro aynalarla pikselleştirdiği çalışma.

2) 2. katta, 3 farklı sanatçının ortak ondulation (su ve ışık medyalarını kullanan imgeler yaratmak için sesi kullanan, zaman temelli bir heykel enstalasyonu) çalışması. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim! Sırf bu eser için dahi gidip görmeniz lazım. Kat görevlisine eserin periyodunu sordum, bir saat dedi. Vay canına dedim ve bir saat boyunca karşısında kıpırdamadan oturdum. Çıkarken yine sordum: "Daha önce burda bir saat duran olmuş muydu?" Tabii ki de hayır. Yine mi? Nedir bendeki bu anormalite!? Valla başkasını bilmem ama ben karşıma çıkacak hiçbir dalgayı kaçırmak istemedim ve de ne yalan söyliim, uzun zamandır tattığım en huzur dolu ambianstı.

İlginizi çektiyse, 9 Ekim'e kadar, Borusan Müzik Evi'nde ücretsiz gezebilirsiniz sergiyi.

İlgisiz, alakasız: Barış Manço'yu özleyenler ne olur el kaldırsınlar!..

22 Eylül 2010 Çarşamba

Quotes

"Çünkü çekici olan şey bir yol seçmek değil, galiba bütün yolları seçebileceğimiz bir yerde olmaktır."

Orhan Pamuk - Öteki Renkler

18 Eylül 2010 Cumartesi

Halka Mal Olmak

Bu videoyu hiç de özenmeden Facebook'ta paylaşabilirdim; ama gönlüm razı olmadı. Yazdığı her kitap yok satmış, her sözü olay yaratmış, çektiği filmler uluslararası arenada ödüller kazanmış, konserlerinde kapalı gişe sahne almış bir adam bundan fazlasını hak ediyor sanırım. Çoğumuzun günlük sıkıntılarını bahane edip ülkeyi terk etmek hususunda tehditler savurduğu bir ortamda, yaşadığı zorluklara rağmen ülkesine hiçbir zaman küsmemiş, hem kendi halkı hem de insanlık uğruna (Soranos dostluk ödülü sahibi ve UNESCO kültür elçisi olduğunu da hatırlatalım) çabalamaya ve üretmeye devam etmiş büyük bir düşünürden bahsediyorum her şeyden önce.

Zülfü Livaneli, önünde saygıyla eğiliyoruz ...

Abarttığımı mı düşünüyosunuz? Öyle olsaydı, dünyaca ünlü U2 grubunun 6 Eylül tarihli İstanbul konserinde bunlar yaşanır mıydı!? Sonuna kadar izleyin lütfen.

Beyin Bedava Da...

Günlerdir süren tartışmalara son nokta konuldu ve KPSS adlı geleceği bana göre muamma sınavın Eğitim Bilimleri bölümü iptal edildi. Ertelenen diğer sınavlarla birlikte tekrar edilecek. Burada dikkat çekmek istediğim husus ise oldukça farklı. Dikkat ederseniz sınavın kopya karışan bölümü çoğunlukla öğretmenlerimizi ilgilendiriyor. Öğretmenlerimizin çilesi ise sadece bununla sınırlı değil. Öncesinde uzunca bir müddet, yoğun bir tempoda dershane koridorlarında bu sınava hazırlanıyolar. Sonrasında da artık hepimizin haberlerden aşikar olduğu atama sorunlarıyla karşı karşıya geliyolar. Dertleri bitmiyor ki, hangi birini yazalım! Çileler memleketi burası. Senelerdir aynı hezeyan. Tayin sıkıntısı nedeniyle bir forumda geçen şu yazışmalara bi bakın lütfen!

Asıl sorun, bunca insanın kaderinin tek bir sınava bağlı olması. Şaşırdınız mı ki kopya çekilmiş olmasına? LGS-ÖSS jenerasyonundan bu çocuklar. Bütün hayatları bu sınavlarla şekillendi, e hayal güçleri de buna bağlı hayli gelişti elbet. Son hadisedeki şu kopya yöntemlerine bir bakın Allah aşkına!!!

Sonra da bu insanların yetiştirdiği çocuklardan medet umuyoruz. Kendimizi kandırmayalım lütfen!..

P.S. Aslında bambaşka bi yazı yazıcaktım bugün ama yukarıdaki haber tüm dengemi alt üst etti. Sizin de gününüzü kararttıysam maruz görün lütfen.

Edit#1: Bi de bu çıktı şimdi başımıza!

Edit#2: Mesela...

16 Eylül 2010 Perşembe

İstanbul'un trafiği mi ? Ya buna ne demeli !!!



Dünyanın en kalabalık ülkesi olmak böyle bir şey olsa gerek. Bilmem haberiniz var mı ama Çin'de geride bıraktığımız günlerde rekorları altüst edecek bir olay yaşandı. Beijing ve Tibet'i birbirlerine bağlayan otoyol 22 gün boyunca yaklaşık 15.000 araca ev sahipliği yaptı. Yer yer 5 saat boyunca milim kıpırdamayan otomobillerden bahsediyorum size! Yukarıda görmüş olduğunuz, helikopterden çekilmiş kuyruğun 120 km'ye vardığı söyleniyor.

Söz konusu felakete ise birtakım yol çalışmaları ve topluca trafiğe çıkan bir grup nakliye kamyonunun neden olduğu belirtiliyor. Kimse kendini kandırmasın. Her ikisi de eminim ki ilk defa olan şeyler değil. Esas sorun, kuyruğun gerisindeki arkadaşların şuursuzca var olan trafiğe, günler sonra bile dahil olması ve daha da önemlisi nüfusu hızla artmakta olan ülkedeki altyapı sorunları. Bu gidişle benzer hikayeleri duymaya devam edicez gibi gözüküyor.

P.S. İlgilenenler için iki farklı makale sunuyorum.

14 Eylül 2010 Salı

Yapmayın İşte Bunu !!!

Efenim, bu da nerden çıktı diye sormayın ne olur! Bu fotoğrafı güzel yurdumum ismi lazım olmayan bir havaalanında çektim. Sırf sizlerle paylaşabileyim diye. Birazdan anlatacağım bu ve bunun gibi mevzuları genelde görmezden geliyor veya geçiştiriyoruz; lakin herbiri bir araya gelip gündelik şehir yaşantımızı çekilmez kılıyor.

Olay şöyle gelişiyor: Bu karenin beş dk. öncesinde çocuklu ve yaşlı yolcuların kapıya gitmesi anons ediliyor. Gayet güzel, onlar önceden içeri alınıyor. İki dk. öncesinde de 15-24 koltuk numaralı yolcular anons ediliyor. İşte ne olduysa ondan sonra oluyor! Bendenizin koltuk numarası 22 olduğu için başıma yukarıda görmüş olduğunuz sahnenin gelebileceğinden korkmuş olmama rağmen, yavaştan kapı önüne doğru yöneliyorum. Bir de ne göreyim! 15-24 arası haricinde herkes önümde, kapıyı zorluyor. Kapıdaki görevlilerle münakaşalar, "Alıverseniz ne olur?" lar, sonunda ellerindeki çantalarla kalabalığı yararak ve söylenerekten geri çıkmacalar...

Soluğumun kesildiğini hissediyorum, el bagajımı olduğum yere bırakıyorum, soğuk terler boşanıyo vücudumun herbir köşesinden. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum, sesim çıkmıyo. Heralde diyorum anonsu beklerken uyuyakaldım, kabus görüyorum. Bi an bu manzaranın gerçek olmasındansa kabus görmeyi tercih ediyorum. Ne zaman ki veledin teki çantamı deviriyo, işte o an telefonumu çıkarıp bu fotoğrafı çekiyorum.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Yeni Soluk

Kısa bir aradan sonra yayın hayatına kaldığı yerden devam edecek olan Mister Geppetto tekrardan aramızda. Yeni yazar kadrosunda ben de varım. Yüküm artıyor ama bir yandan da heyecan verici gelişmeler bunlar. Üstelik Yaşamaya Dair'den farkı yorum da yapılabiliyor olması. Bir zamanlar fırtına gibi esen bilgi ve eğlence kaynağımıza hak ettiği değeri kazandırmak için var gücümüzle çalışacağız.

Bugünkü ilk post'uma buradan ulaşabilirsiniz.

Sevgiler.

5 Eylül 2010 Pazar

Ponpon Kızlar Meselesi

Burda politik içerikli yazılar yazmayacağıma and içmiştim. Fakat malumunuz son günlerde bir ponpon kız meselesidir almış başını yürüyor. Konunun birçok yanıyla tartışılması gerektiğini düşündüğüm için yazma gereği duydum. Efendim olay şöyle gelişiyor: Ukrayna orijinli Red Foxes gösteri grubunun Türkiye'de düzenlenmekte olan dünya basketbol şampiyonasındaki rutin performansları Türkiye maçlarında dışarıdan müdahale ile engellenmiş. Dış basın da bunu fırsat bilip vermiş veriştirmiş ülkemizde hüküm süren rejim üzerine.

Mevzuya dışarıdan bakınca haksız da sayılmazlar hani. Fakat olayın irdelenmesi gereken birkaç farklı boyutu söz konusu. Bunlardan bir tanesi ve en öne çıkanı basketbol federasyonunun hükümete hoş gözükmek (Kullandığım kelimeleri dikkatle seçmeye gayret gösteriyorum dikkat ederseniz.) için bu tasarrufa gittiği yönünde. Tabii ki de federasyonunun yalanlayıcı açıklamaları da mevcut. Zaten yazıyı yazmadan önce yaptığım ufak çaplı araştırmada da konuyla ilgili makale ve açıklamaların havalarda uçuştuğunun farkına vardım. Bu da konunun sıcak gündemde var olduğunu gösteriyor, ki olması gereken de buydu zaten. Fakat bu işin sorumlusu kimse artık ortaya çıkmalı ve konu daha net tartışabileceğimiz bir düzlem üzerine oturmalı diye düşünüyorum.

Normalde uzun yazılar yazmayarak sizleri sıkmamaya gayret gösteriyorum; fakat bir diğer iddia da söz konusu tedbirin İranlı yetkililerin maçlarda VIP protokolünde boy göstermesi dolayısıyla dış işleri yetkililerimizce alınmış olabileceği yönünde. Hatta doğruysa eğer, olayın kurbanı olan kızlarımız İran maçları oynanırken -normalde protokol tribününün önünde durdukları için- mini etekli kreasyon yerine uzun taytlı kreasyonla sahadaki yerlerini almışlar.

Tabii ki de iddiaların odağında her zaman olduğu gibi AK Parti ve RTE var. Bu konuyu değerlendiren iç basından bir köşe yazısı için sizi şöyle davet ediyorum. Ki söz konusu yazıdan, yukarıda link'ini verdiğim NY Times'ın makalesinde de alıntılar yapılıyor.

Haberi olmayan kalmasın istedim. Boğazımıza kadar EVET ve HAYIR'a batmışken, bu konudan yola çıkarak sağlıklı zihniyet değerlendirmeleri yapabilmemiz ümidiyle.

Herkese keyifli pazarlar...


Edit: Keyifle takip ettiğimiz haber portalı Zaytung'un da konuyla ilgili bir yazısı mevcut. Bir kuble olsun neşelenmek isteyenlere...

1 Eylül 2010 Çarşamba

'90s

Her şey ne kadar güzeldi doksanlarda... Çizgi filmden geçilmezdi bir kere. Halı üzerindeki motifler oyuncak arabalarımız için otoyol, Alf ise en yakın arkadaşımızdı. Parlak insanlar yetişti o jenerasyondan. Hepinizle gurur duyuyorum :-p

Konuyu dağıtmadan söyleyeceğime geleyim.
Pitchfork adlı müzik portalı yakınlarda doksanların en iyi müzik videolarını belirlemiş. O günleri yad etmek isteyenleri şuraya davet ediyorum.

Edit: En iyi videolardan sonra şimdi de en iyi şarkılar listesi yayında. Meraklısı şöyle buyursun lütfen.

Kaynak: Hafifmüzik

13 Ağustos 2010 Cuma

Harita vs İstanbul

Çok eski yıllarda dünyanın en meşhur ressamlarının Osmanlı padişahlarının portrelerini çizmek için özel davetle ülkemize geldiklerini duymuşsunuzdur. E tabi buraya kadar gelmişken Pierre Loti'ye çıkıp Boğaz'ı resmetmeden gitmek olmaz değil mi? Merak edenler özellikle Pera müzesinde sergilenen panaromik çizimlere göz atabilir. Büyüleyici!

O kadar merak etmeyenler de internette de bulunabilinen eski İstanbul'un harita çizimlerini bızıklayabilir. Mesela onlardan bir tanesi de burada. BBC arşivinden eski birkaç haritayı digital ortama aktarıp üzerinde de birtakım açıklamalar yapmış. Benim gibi meraklıları için etkileyici. Sizin için değilse bu yazıyı görmezden gelin lütfen :)

Edit: Şimdiye kadar görmüş olduğum en iyi İstanbul panaroması Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'nde sergileniyor. İlgilenenlerin dikkatine.

10 Ağustos 2010 Salı

Wikileaks

Geleneksel gazete kavramı artık bitiyor zannımca. Şahsen ben ancak dışarıda isem ve boş zamanım var ise alıyorum gazete. O da o haftaki Uykusuz'u henüz okumadıysam :) 30 yaşın altı kesim için de durumun benzer olduğunu düşünüyorum. İnternetteki haber portalları yetiyor çünkü değil mi hepimize. Hatta ben onları dahi açmıyor ve Google Reader'dan takip ediyorum ne yalan söyliyim. Dolayısıyla medya organlarının ancak bir fark yaratarak ayakta kalabilecekleri aşikar. Bunu Türkiye'de şu anda bir şekilde yapan veya yapmaya çalışan Taraf gazetesi var. Onların yolu tabii ki de riskli ve zorlu.

Fakat daha zorunu yapmaya çalışan bir oluşum çıktı ortaya. Daha doğrusu 2006'dan bu yana varmışlar; fakat biz ABD'nin Afganistan işgaliyle ilgili sivillerin öldürülmesiyle ilgili sızdırdıkları video (Collateral Murder - Wikileaks - Iraq) ile duyduk adlarını. Fakat adamlar uluslarası çalışıyor. Dolayısıyla hakkında haber sızdırdıkları her kurum, hükümet vs. ile mücadele ediyorlar. Şimdiye kadar ortaya çıkardıkları işleri özetleyen faydalı bir blog yazısı için buraya göz atmakta fayda var.

Sanal Sosyal Hayat

Hepimiz artık birtakım sosyal ağların üyesiyiz. Eskiden bir tek kontrol ettiğimiz e-mail hesaplarımız varken şimdi bunları da kontrol etmek zorunda hissediyoruz kendimizi değil mi? Hatta öyle bir duruma gelindi ki Blackberry ve iPhone'larınıza dahi girmediler mi? (Bu konuda eski bir yazım burada.) Bir ara da Second Life belası musallat olmuştu ne yapacağını bilemeyen dünya vatandaşıma; neyse ki etkisini yitirdi sanırsam. Her geçen gün ise bir yenisi ekleniyo internet bulutuna. Sizi bilmem ama be facebook ve linkedin'den sonra koptum mevzudan.


Efenim bu yazıyı yazmama neden olan ise Flowtown ekibinin hazırladığı şu 2010 sosyal ağ haritası. Kesinlikle görmelisiniz.

8 Ağustos 2010 Pazar

Rainbow Flight

Daha önce böyle bir şey görmemiştim. Akdeniz'de Nice üzerinde uçmakta olan bir uçak müthiş bir görsel şova davet ediyor bizleri:


4 Ağustos 2010 Çarşamba

Cassini

Hatırlıyorum da uzay araçları Spirit ve Opportunity'nin Mars'a inecekleri günü heyecanla beklemiş ve her gün yayınlanan raporları büyük bir merakla takip etmiştim. Bir süre önce Satürn'ün yörüngesine de bir araç konuşlandırıldı. Tanıştırayım: Cassini. Cassini sağ olsun zaman zaman Satürn'ün uydularına yakın geçişler yapıp -sizden iyi olmasın ama- harika fotoğraflar çekiyo ve görmek isteyebilirsiniz diye de burada sergiliyo.


P.S. Mars misyonu hakkında bilgilenmek isteyen varsa da buraya lütfen.

3 Ağustos 2010 Salı

Ekümenopolis

Yönetmen İmre Balanlı, hala montaj aşamasında olan uzun metrajlı belgesel filmi Ekümenopolis'te "kaos"a sürüklenen İstanbul'u masaya yatırıyor. Şehir planlaması gerçeğini konunun uzmanlarıyla irdeliyor. Toplumun bilinçlenmesi adına böyle bir çalışmanın eksikliğini uzun zamandır hissediyorduk doğrusu da, bu üçüncü köprü tartışmaları tuzu biberi olmuştu işin. Şimdi tam da en ihtiyaç duyduğumuz zamanda umarım maddi zorluklar bir an önce aşılır da film bir şekilde bir yerlerde gösterime girer. Gerekli talebi yaratmak adına bize de çevremizdekileri haberdar etmek gibi bir görev düşüyor sanırım. Ne dersiniz?


Fragmana buradan ulaşabilirsiniz.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Quotes

"Try again. Fail again. Fail better."

Samuel Beckett


4 Temmuz 2010 Pazar

Bedava İnternet

Finlandaya'da bugün yürürlüğe giren yasa sayesinde her vatandaşın internet bağlantısına sahip olması bir vatandaşlık hakkı olarak görülmeye başladı. Yasa uyarınca telekomünikasyon şirketleri her vatandaşa en az 1 Mbps hızında internet bağlantısı sunmakla yükümlü olacak.


Ayrıca vatandaşların bu haktan mahrum bırakılmasının önüne geçmek için hiçbir mahkemenin internet bağlantısı kesme yönünde bir karar veremeyeceği de yasaya eklendi. Ayrıntılar burada.

Haber: CNET Türkiye

Bu işin nereye gittiğini görebiliyor musunuz?

2 Temmuz 2010 Cuma

Quotes

"Devam et, sonra başlarsın."


Franz KAFKA


30 Haziran 2010 Çarşamba

Glasto 2010

Katılmak nasip olmadı ama takip ettiğimiz kadarıyla bu seneki Glastonbury festivali de büyük bir coşkuya sahne oldu. İlk defa duyanlar için Avrupa'nın en iddialı müzik festivallerinden biri (belki de en iddialısı) olduğunu ve bu sene 175.000 civarında katılımcı ile 40. yılını kutladığını aktaralım. Kimler mi sahne aldı? Hangi birini yazalım! En iyisi siz buradan bakın. Buradan da fotoğraflara bi zahmet.


Bu arada festival demişken 1969 yılında düzenlenen ve 500.000 civarında katılımcıyla bu alanda bir rekora sahne olan Woodstock festivalini hala duymayan kaldıysa da şu belgesel filmini izleyiversin bi zahmet.

Plastik Torbaya Hayır !!

Ben askerdeyken Kadıköy Belediyesi güzel bir iş yapmış ve plastik torba(poşet) kullanımını yasaklamış. Dolayısıyla tüketicilerden gelen polet talebini karşılamak isteyen esnaf doğada %100 yok olma niteliğine sahip bio-çözünür poşet tedarik etmeye başlamış. Ümit ediyorum ki zamanla onu da bırakıp file, bez torba, kese kağıtları ile taşıma ihtiyacımızı karşılayabilelim. Kampanya ilanı burada.

P.S. Bu arada Kadıköy ilçesi sakinleri geri dönüştürülebilir atıklarının toplanması maksadıyla belediyenin 4780915 numaralı telefonunu arayabilirler.

21 Haziran 2010 Pazartesi

No Impact Man

Colin Beavan ismindeki abimiz kendi hükümetinin çevreci bir aksiyon almasını beklemekten sıkılmış olacak ki, Manhattan'ın orta yerinde bir apartman dairesinde eşi ve küçük kız çocuğuyla beraber, bir yıl boyunca çevreye sıfır (en azından mümkün olduğunca az) etki etmek amacıyla bir deneye girişiyor. Tecrübelerini de bizimle önce blog'unda, ardından da bu belgesel filminde paylaşıyor. Yaşadıkları şehirde organik olarak yetişen ürünler dışında yiyecek maddesi tüketmek(tabii ki vejetaryen) yok; gıda dışında alışveriş hiç yok; fosil yakıt kullanan araçlara binmek, asansörü kullanmak yok; hele altıncı aydan sonra elektiği de kesiyolar ki evlere şenlik.

Şimdilerde de bizleri de bunu en azından deneyip eksi ve artılarına görmeye davet ediyor. Hatta bunu projelendirip bir haftalık bir deneme süreci dahi hazırlamış bizler için. Taliplisi için ayrıntılar burada.

Bu arada, 2010 yılında, İstanbul'un çoğu semtinde geri dönüşüm adına hala hiç bir girişimin olmayışı sizce de büyük bir (k)ayıp değil mi?

P.S. Bu olumsuz tabloda, tüketim toplumunun ülkemizdeki belki de en uğrak yerinde, Migros mağazalarında ise güzel işler yapılmaya başlandı. Oxo-bio çözünür poşetlerin -keşke poşet kullanımını tamamen kesebilsek- ardından, şimdi de mağazaların çıkışlarına, müşterilerin atıklarını atabilmeleri için kağıt, cam, metal ve plastik olmak üzere ayrı ayrı atık kutuları konuluyor. Hem de her atığınız için Migros kartınızla puan topluyorsunuz. Bir yandan halimize üzülüyor, diğer yandan da hak veriyorum. Siz olsanız, hala(2010) araba camından teneke içecek kutusu atan yurdum insanını başka nasıl buna teşvik ederdiniz?

19 Haziran 2010 Cumartesi

İnternet

Başlığı internet olarak koydum; ama bu yazı esas itibariyle gelişen teknolojinin hayatımıza kattıkları(!) ile alakalı. Bence televizyon da değil de cep telefonuyla başladı her şey. Mucizevi bir icattı; dolayısıyla da hepimiz bir an önce birer tane edindik. O da yetmedi, aksesuar olarak kullanılmaya başlandı. E tabi öyle olunca modelleri yenilememiz gerekti. Arkadaşlarını ev telefonlarından arayan bir nesil olarak bizim için mobil konuşma yapabilmek zaten yeterince büyük bir lükstü. Hadi onu anladım da SMS denilen mevzu yıllarca iliğimizi emdi, kanımızı kuruttu! İlişkilerimizi yaşama biçimimiz dahi birden değişiverdi, insanlarla yüzyüze gelmeye korkar olduk. O da yetmedi, şimdi bir de e-mail, facebook ve IM çıktı başımıza. Neden mi? Çünkü tam da o esnada internet girdi hayatımıza:

Askere gitmeden benim için tek sevinç kaynağı telefon götüremeyecek olmamdı. Çok da memnun kaldığımı söyleyebilirim. Fakat aynı şeyi internet için söyleyemeyeceğim. İtiraf ediyorum: Ben bir internet bağımlısıyım. Bu yazıyı okuduğunuza göre muhtemelen siz de öylesiniz. İnterneti mobil hayatıma sokmamak için kendime bir akıllı telefon almayı reddettim. Dayanabildiğim yere kadar da bunun mücadelesini vericem. Fakat aynı mücadeleyi evimdeki bilgisayarıma karşı veremiyorum. Rahatsızlığım nette boşa vakit harcadığımdan değil, aksine gelişimime katkısı büyük, inkar edemem. Fakat tam da bu noktada bir şeyleri de yitiriyormuşum gibime geliyor. Ne mi onlar? Adamlar araştırmış, bir de üşenmeyip yazmışlar:

Buyrunuz efendim. (Ben bu link'teki altı çizili her makaleyi başından sonuna kadar okudum. Dayanabildiğiniz yere kadar size de tavsiye ederim.)

Bir de acı gerçeği yüzünüze vuran şöyle bir testimiz var efenim.

P.S. Kendimi şimdiden BBC'nin hazırladığı şu -mutlaka izlenmeli- belgeseldeki abiler gibi hissetmeye başladım. Adamlar 50-60 yaşlarında yahu! Ben şimdiden böyleysem vay halime...

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Quotes

Bu blog un atası olan eski blog'umda Quotes başlığı altında başkalarından alıntılara yer verirdim. Fark ettim ki bir süredir unutmuşum yazmayı. Öyleyse kaldığımız yerden devam:

"Bir kez bile şampanya tatmamış, hatta hayatında şampanyayı kadeh içinde bile görmemiş binlerce insan evine boya badana yaptırırken katalogdan bakıp duvarlarının "şampanya rengi" olmasını istiyor. Artık bayrak kırmızısının rengi de "macenta" oldu, leylak rengine hiç utanıp sıkılmadan "lila" diyenler ne çok! Açık kiremit rengi "somon" olalı ne çok zaman geçti. Belki artık çok sıradan ama hiç de "normal" olmayan bir durum bu!"

Haşmet Babaoğlu


28 Mayıs 2010 Cuma

Okan Bayülgen

Sanırım artık bu adamdan bahsetmemizin zamanı geldi. Askerden dönüşümle birlikte beni şaşırtan mevzulardan biri de kendilerini haftada üç gece, ülkenin yüksek rating alan kanallarından birinde, en azı üç saat olmak üzere, canlı programlar yaparken bulmuş olmamdır! Bu bir tür hegemonya değil de nedir söyler misiniz?


Bu iş nasıl oldu da böyle bir hal aldı? Hani hepinize itici geliyodu Okan(!)? Konuklarına ve telefonla katılanlara davranışından, edepsiz tavırlarından, olur olmaz söylemlerinden rahatsız oluyordunuz hani? Neden izlediniz, neden aradınız; hatta neden konuk olarak katıldınız o zaman söyler misiniz? Kendinize söyleyebiliyor musunuz?

Kendi fikrim şu: Şimdiye kadar eski programı Zaga'yı sadece bir kez izlemiş ve yukarıdaki nedenlerden ötürü bir daha lafını dahi ağzıma almamış birisi olarak, şu andan itibaren Okan Bayülgen'e saygı duyuyorum. Neden mi?

Birincisi, gördüm ki adam hala aynı adam, konukları aşağılayan tavırlar, tasvip etmediği bir şey söylendiği anda telefon görüşmelerini kesmeler vb. Çizgisini bozmamış yani.

İkincisi, bahsi geçen hakimiyet nihayetinde somut bir başarıdır. Yani siz onaylasanız da onaylamasanız da... Belki de televizyon tarihimizin gelmiş geçmiş en başarılı adamıyla karşı karşıyayız.

Üçüncüsü, hakkını vermemiz gerekiyo ki bu adam kamera karşısında -mış gibi yapmıyor; yani ne ise o! Bu onu çoğu zaman kaba gösterse de, başarısının anahtarı da bu diye düşünüyorum.

Son olarak da şunu söyleyeyim: Kimsenin günlük hayatında konuşmadığı, konuşmaya dahi cesaret edemediği; hatta birçoğu da tabu ilan edilmiş birçok konuyu bu adam gelin konuşalım diyor adeta programlarında. Yaptığı programların bir emsali daha var mı, peki ya rakibi? Bence yok.

Takipçisi olucam...

P.S. Yeri gelmişken, blog üzerinde yorum yapamadıklarına dair şikayet alıyorum arkadaşlardan. Doğrudur, kirlilik yaratmaması için yorum yapılmasını engelledim arkadaşlar. Fakat her girdim Facebook profilim üzerinde de yayınlanıyor. En azından Facebook kullanıcıları bu yolla katkıda bulunabilirler yorumlarıyla. Diğerleri için özürlerimi sunuyorum.

Edit #1: Bundan yedi ay önce bu adama saygı duyduğumu söylemişim. Ve demişim ki ".....
konukları aşağılayan tavırlar.....". Herkese aynı tavrı sergilemiyodu, kim nasıl davranılmayı hak ediyosa öyle davranıyordu. Belki de hoşuma giden bu olmuştu. Gelgelelim çok önemli bir hususta büyük bir yanılgıya düştüğümü fark ettim. Sonuçta o insanları da programına davet eden oydu ve tüm bunlar tabii ki de rating uğrunaydı. Ve ne yazık ki ben de bu tuzağa düşmüş, bu çirkinliğin bir parçası olmuştum. O günden sonra bir daha izledim mi, hayır; ama fark etmez, o yazıyı kaleme almıştım bir kere!

Fakat bu video'nun bana hissettirdikleri bambaşka oldu. Tamamıyla başka bir yazının konusu olmakla beraber, kendi adıma ne derece üzüldüğümü ve utandığımı ne kadar uğraşsam da tarif etmem zor. Çirkinliğin bu boyutlara varacağını bilemezdim, beni affet Emenike!

P.S. Yaptığın programın seviyesi zaten düşükmüştü Okan, kimse kimseyi daha fazla kandırmasın. Hele sen suçu başkalarına atıp da kendini hiç kandırma!

Edit #2: Konuyla ilgili, sevdiğimiz abimiz Haşmet Babaoğlu'nun yazısı.

Edit #3: Okan Bayülgen programında bir özür(!) mektubu okumuş, yorumunu size bırakıyorum.

MagazineS

Memleketimde yayımlanmakta olan birkaç dergiden bahsetmek için ortalık biraz durulsun diye bekliyorum ne zamandır. Neden mi? Malumunuz kıymetlimiz ROLL'u da dergi mezarlığına yolladıktan sonra, o güzelim ekibin nasıl bir aksiyon alacağı benim için büyük merak konusuydu. Nitekim, gelir gelmez "1+1" adlı yepyeni bir yayınla karşılaştım. Ne mutlu! Uzun ömürler dilerim...


Bir diğeri ise çoğunuzun zaten bildiğini tahmin ettiğim "Bant". Onlar zaten kendilerini kabul ettirdikleri için fazla bir şey söylemicem; ama henüz duymadıysanız bir an önce elinize bir sayısını almanızı şiddetle tavsiye ediyorum. 1 ay boyunca her gün 1 ölçek kullanılması tavsiye olunur, aksi taktirde devreleri yakmak işten değil :)

Sonuncusu ise benim de geç tanıştığım "Karga" isimli mecmua. Yalnız bu güzelim yurdum insanları diğerlerinden farklı olarak dergiyi ücretsiz dağıtıyor ve abonelik sistemine bambaşka bir bakış açısı getiriyorlar: Mecmua kapanınca mı abone olacaksınız? O zaman biz de "Artık çok geç." diye cevap vereceğiz.

Ne dersiniz? Ben öyle sanıyorum ki geç bile kaldık!

P.S. Karga'nın eski sayılarına buradan ulaşabilirsiniz.

21 Mayıs 2010 Cuma

Rakıname

İçerdeyken bir köşeyazısında okumuş ve hasretle anmıştım milli içeceğimizi :)

içmesini bilene
zevk-u sefadır.
içmeyi bilmeyene
cevr-ü cefadır rakı.

bir münasip miktarı
muhabbet anahtarı
kaçırırsan ayarı
can'a ezadır rakı.

ne dert kalır, ne keder,
içeni mes'ut eder.
içebilirsen eğer
ruhu ciladır rakı.

ham ervahsan yanaşma
arif'sen ondan şaşma,
iç ama, haddi aşma
ferahfezadır rakı.

yarattığı ahengi,
ne saz verir ne çengi,
terbiyenin mihengi
dense sezadır rakı.

beyaz peynir, domates,
yanına bir kavun kes,
çiğ köfteyle ne enfes
bir iptiladır rakı.

biraz tuzlu leblebi,
kadehin billur leb'i,
dudakları öpmeli,
yoksa hebadır rakı.

ehli kemal olana
zevkle hem'hal olana,
sohbette tad bulana,
yar'ı vefadır rakı.

misten ala kokusu,
ana sütü gibi su,
şu ki sözün doğrusu
müstesna ma'dır rakı.

dost bezminde sohbette
neşe-i muhabbette
her manevi lezzete
bir vasıtadır rakı.

nükte, cinas anlayan
ahengi-i bezm'e uyan,
içip zırvalamayan,
işte o'nadır rakı.

eşek içince zırlar,
köpek içerse hırlar
kedi içse tırmalar,
insanlar'adır rakı.

al kadehi eline,
dokun gönül teline,
muhabbet alemine,
bir merhabadır rakı.

adabı, erkanı var,
zamanı mekanı var,
kimin ki iz'anı var,
ona şifadır rakı.

gönül dargınlarına,
vefa kırgınlarına,
hayat yorgunlarına,
haza devadır rakı.

mirkelamoğlu der ki:
had bilmezsen eğer ki,
öyle rüsva eder ki,
başa beladır rakı.

Necip Mirkelamoğlu

20 Mayıs 2010 Perşembe

Hoşbulduk...


Her sabah erken kalkmayı
Kız gibi yatak yapmayı
Alelacele traş olmayı
Asker ol da gör arkadaş

Uygun adım yürümeyi
Her gördüğüne selam vermeyi
Çamur içinde sürünmeyi
Asker ol da gör arkadaş

Gece yarısı nöbet tutmayı
Kısa künye vermeyi
Her gün bot boyamayı
Asker ol da gör arkadaş

Yağmur altında ıslanmayı
Nöbette işaretle parolayı
Tüfekle çaprazda durmayı
Asker ol da gör arkadaş

Suyla bulaşık yıkamayı
Kazanlarda yemek yapmayı
Mıntıkada yaprak toplamayı
Asker ol da gör arkadaş

Sabunla çamaşır yıkamayı
Devamlı ot yolmayı
Sıladan uzak olmayı
Asker ol da gör arkadaş

Sabah akşam içtimayı
Bir dağılıp bir toplanmayı
Sabahları spor yapmayı
Asker ol da gör arkadaş

Omuzda tüfek taşımayı
Yürürken marş söylemeyi
Mekik ve şınav nasıl çekilirmiş
Asker ol da gör arkadaş

Düdük sesiyle toplanmayı
Düdük sesiyle dağılmayı
Bir köşede sessizce ağlamayı
Asker ol da gör arkadaş

P.S. Haklı olarak "Bunu sen mi yazdın?" gibisinden sorular geldi. Hayır arkadaşlar ben yazmadım. Oradayken varlığından haberdar olmuştum, sadece biraz düzenledim.